Untitled Document İKİYÜZSEKSENBEŞİNCİ MEKTÛB

 

Bu mektûb, mîr seyyid Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmışdır. Simâ', raks ve vecd üzerinde bilgi vermekde, rûhdan açıklama yapmakdadır:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Allahü teâlâ, sana herşeyin doğrusunu düşünen ve doğrusunu bulan akl versin ve herşeyin doğrusunu bildirsin! Vecd ve simâ' [ya'nî kasîde, ilâhî dinliyerek kendinden geçmek, kimlere fâidelidir? Bunlar], hâlleri değişen, her zemânda başka dürlü olan, bir zemân şü'ûrlu, bir zemân şü'ûrsuz olan kimseler için fâidelidir. Bunlara (Erbâb-ı kulûb)  denir. Bunlara Allahü teâlânın sıfatları tecellî eder. Her sıfatın tecellîsinde başka bir hâl alırlar. Sonsuz olan sıfatların ve ismlerin tecellîleri, te'sîrleri altında hâlden hâle dönerler. Hâlleri değişir, dilekleri hep değişir. Bunlar devâmlı bir hâlde kalamaz. Zemânları değişmeden olamaz. Bir zemân (Kabz)  ya'nî sıkıntı, başka zemân (Bast)  sevinç içindedirler. Bunlara (İbn-ül-vakt)  de denir. Hâllerin te'sîri altında mağlûbdurlar. Bir zemân yükselirler. Başka zemân, aşağı derecelere düşerler.

Tecelliyât-i zâtiyyeye kavuşanlar kalb makâmından yukarı çıkmışlar, kalbin sâhibine varmışlardır. Hâllere köle olmakdan kurtulmuşlar, hâlleri verene ulaşmışlardır. Bunların vecd ve simâ'a ihtiyâcları yokdur. Çünki, zemânları değişmez. Hâlleri devâmlıdır. Dahâ doğrusu vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlara (Ebül-vakt)  ve (Erbâb-üt-temkîn)  denir. Bunlar kavuşmuşlardır. Hiç geri dönmezler. Birşey gayb etmezler. Birşey gayb etmiyen, birşey bulmaz. Evet, sona kavuşanlar arasında, vaktleri devâmlı olduğu hâlde, simâ'dan fâidelenenler de vardır. Bunları biraz aşağıda açıklayacağız. İnşâallahü teâlâ.

Süâl:  Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Allahü teâlâ ile öyle vaktim olur ki, o ânda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz)  buyurdu. Bu hadîs-i şerîf vaktin devâmlı olmadığını göstermiyor mu?
Cevâb:  Bu hadîs doğru ise, âlimlerin çoğu, burada bildirilen vaktin devâmlı olduğunu anlamışlardır. Şöyle de deriz ki, devâmlı olan vaktde arasıra husûsî hâller de olur. Bu hadîs-i şerîf, bu hâlleri bildirmekdedir.
Süâl:  Tegannî dinlemek, bu hâllerin bulunduğu zemân belki fâideli olur. Böyle olunca, nihâyete kavuşanlar da, bu hâlleri elde etmek için simâ'a muhtâc olur.

Cevâb:  Bu hâller, nemâz kılarken hâsıl olmakdadır. Nemâzın dışında da hâsıl olursa, nemâzın te'sîri iledir. Hadîs-i şerîfde, (Gözümün nûru nemâzdadır)  buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, belki çok seyrek olan bu hâlleri göstermekdedir. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kulun Rabbine en yakın olduğu zemân, nemâzdaki zemânıdır)  buyuruldu. Alak sûresi ondokuzuncu son âyetinde meâlen, (Secde et, Rabbine yaklaş!)  buyuruldu. Allahü teâlâya yakınlık çok olduğu zemân, başkalarının bulunması, araya karışmaları da o kadar azalır. Bu hadîs-i şerîf ve bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, o vakt, nemâzda olan vaktdir. Vaktin devâmlı ve kavuşmanın aralıksız olduğu, tesavvuf büyüklerinin söz birliğinden de anlaşılmakdadır. Zünnûn-ı Mısrî buyuruyor ki, (Geri dönen, yalnız yoldan dönmüşdür. Kavuşan, geri dönmez).

(Yâd-i dâşt),  devâmlı huzûr demekdir. Her ân Allahü teâlânın huzûrunda olmakdır. Bu ni'met, bu yolun büyükleri olan, Hâcegân "kaddesallahü teâlâ ervâhahüm ve esrârehüm" hazretlerinin yolunda çalışanların eline geçmekdedir. Vaktin devâmlı olduğunu inkâr etmek, sona varamamayı gösterir. Büyüklerden birkaçı, meselâ ibni Atâ ve benzerleri "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în", (Allahü teâlâya kavuşdukdan sonra, beşeriyyet hâllerine dönülebilir) demişdir. Bu sözden, vaktin devâmsızlığı anlaşılır. Fekat, sözlerine dikkat edilirse, (Dönülebilir) diyorlar. (Dönenler vardır) demiyorlar. Çünki, insanlık sıfatlarına dönen hiç olmamışdır. Böyle olduğunu erbâbı iyi bilir. Buradan anlaşıldı ki, tesavvuf büyükleri, vâsıl olanın geriye dönmiyeceğini sözbirliği ile bildirmişdir. Bu sözbirliğinden ayrılan birkaç kişi, dönmek câizdir demişdir.

Sona varanlardan birçokları yüksek derecelerden bir dereceye kavuşdukdan ve (Cemâl-i ilâhî) yi müşâhede hâsıl oldukdan sonra, kendilerine soğukluk ve gevşeklik hâsıl oluyor. Böylece kavuşdurucu mertebelere yükselmeleri duruyor. Bunların dahâ kavuşduracak konakları aşması lâzımdı. Yaklaşdıran derecelerin hepsini geçmemişlerdi. Bu soğuklukla berâber, yükselmek, yaklaşmak arzûsundadırlar. İşte bu vakt simâ' bunlara fâide verir. Harâretlerini, enerjilerini artdırır. Simâ' yardımı ile yaklaşdırıcı mertebelere yükselir. Sükûnet buldukdan sonra, bu mertebelerden geri dönerler. Fekat inerken, o makâmlardaki hâllerini gayb etmezler. Bu vecd, bu buluş, gayb etdikden sonra olan buluş değildir. Çünki vuslatı, huzûru hiç gayb etmezler. Her ân kavuşmuş oldukları hâlde, kavuşdurucu konaklara yükselmeleri içindir. Sona gelenlerden vâsıl olanların simâ'ları, vecdleri de böyledir. Fenâ ve Bekâya kavuşanlara cezbe verirler. Lâkin soğuklukları, gevşeklikleri olduğu için, yüksek konaklara çıkabilmek için, yalnız cezbe iş göremez. Simâ' da lâzım olur.

Tesavvuf büyüklerinden birçokları da "kaddesallahü teâlâ esrârehüm", vilâyet derecesine kavuşdukdan sonra, nefsleri kulluk makâmına iner. Rûhları, kendi makâmlarında cenâb-ı Hakka karşıdır. Kulluk makâmında bulunan nefs-i mutmeinneden her zemân rûha yardım gelir. Rûh bu yardımı ile matlûba âşina olur. Bu büyükler, ibâdetle râhat ederler. Kulluk vazîfelerini görmekle sükûnet bulurlar. Yükselmek arzûları azdır. İslâmiyyete uymak nûru ile parlamışlardır. Kalb gözleri, sünnete uymak sürmesi ile kuvvet bulmuşdur. Bunun için, keskin görüşlüdürler. Uzakdan öyle şeyler görürler ki, yakında olanlar onları göremez. Yükselmeleri az ise de, nûrları çokdur. Aslın nûrları ile aydınlanmışlardır. Bu makâmlarında iken şânları, kıymetleri büyükdür. Simâ'a, vecde ihtiyâcları yokdur. Simâ' yerine ibâdetlerden istifâde ederler. Asldan aldıkları nûrlar, yüksek makâmlara çıkmış gibi fâide verir. Simâ' ve vecde düşkün olan taklîdciler, bunların yüksek şânlarını bilmedikleri için kendilerini âşık, bunları zâhid sanırlar. Aşk ve muhabbet yalnız raksda, vecdde bulunur derler.

Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, (Seyr-i ilallah)  yolculuğundan ve (Bekâ-billah)  makâmına kavuşdukdan sonra, bunlara kuvvetli cezbe ihsân ederler. Kanca takıp çeker gibi sürüklerler. Orada soğukluk bulaşmaz. Gevşeklik gelmez. Yükselmek için, şaşılacak şeylere ihtiyâcları yokdur. Bunların dar olan halvetlerine simâ' ve nağme yanaşamaz. Vecd ve tevâcüd ile ilişikleri yokdur. Yetişebilecek en son mertebeye çekilir, ulaşdırılırlar. O Servere "aleyhissalevâtü vetteslîmât vettehıyyât" uymak sâyesinde, O Servere "sallallahü aleyhi ve sellem" mahsûs olan makâmdan pay alırlar. Böyle kavuşmak ancak (Efrâd)  denilen seçilmişlere nasîb olur. (Kutb) lar da, bu makâmdan pay alır. Ancak Allahü teâlânın ihsânı ile, sonun sonuna kavuşan bir seçilmişi, bu âleme geri çevirirlerse ve yaradılışda uygun olanları yetişdirmek vazîfesi buna verilirse, nefsini kulluk makâmına indirirler. Rûhu, nefsden ayrı olarak, Allahü teâlâya doğru olur. İşte bu, ferdiyyet kemâllerine sâhibdir. Kutbların yetişdirme yetkisine mâlikdir. Burada, Kutb dediğimiz, (Kutb-i irşâd) dır. (Kutb-i evtâd)  değildir. Zıl makâmlarının bilgileri ve asl makâmlarının ma'rifetleri kendisine verilmişdir. Dahâ doğrusu, onun makâmında, ne zıl vardır, ne de asl vardır. Zılden, asldan ileri geçmişdir. Böyle bir kâmil ve mükemmil çok ender yetişir. Asrlardan, uzun yıllardan sonra, bir dâne bulunursa, yine büyük ni'metdir. Herşey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmiyen kötü huyları silip süpürür. Urûc makâmlarının hepsinden dahâ yukarıya çıkmış kulluk makâmına inmişdir. İbâdet etmekde râhat bulmuşdur. Vilâyet makâmlarının en üstünü olan (Abdiyyet)  makâmında yerleşen seçilmişleri de vardır. (Mahbûbiyyet mansabı) na kâbiliyyet de buna verilir. Bu ise, Vilâyet mertebesinin bütün kemâllerini taşımakda ve da'vet derecesi makâmlarının hepsini içine almakdadır. (Vilâyet-i hâssa) dan ve (Nübüvvet makâmı) ndan pay almakdadır. Onun şânını şu mısra' kısaca bildirmekdedir. Fârisî mısra' tercemesi:

Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende vardır!

Başlangıcda olanlara, vecd ve simâ' zararlıdır. Yükselmesine engel olur. Şartlarına uygun olsalar da zararlıdırlar. Simâ'ın şartları, bu mektûbun sonunda, inşâallah bildirilecekdir. Bunun vecdi bozukdur. Hâl kaplaması suçdur. Hareketleri tabî'îdir. İsteklerine, nefsinin şehvetleri karışmışdır. Başlangıcda olan, mübtedî denilenler, (Erbâb-i kulûb)  olmıyanlardır. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir. Mübtedî ile müntehî arasında bulunanlardır. Müntehî demek, sona varmış, (Fânî-fillah)  ve (Bâkî-billah)  olmuş demekdir. Bunun da dereceleri vardır. Kavuşmanın da mertebeleri vardır. Her derece, her mertebe, birbirinin üstündedir. Bu mertebeler sonsuzdur. Kavuşmakla bitmez, tükenmez. Simâ', yoldakilere ve müntehîlerin birkaçına fâidelidir. Bunu, yukarıda bildirmişdik. Şunu da bildirelim ki, Erbâb-i kulûb, simâ'sız olamaz demek istemiyoruz. Cezb olunmıyanlar, [çekilmekle şereflenmiyenler], sıkı riyâzetler, ağır mücâhedeler yardımı ile ilerliyebilirler. Simâ' ve vecd, yalnız bunlara yardımcı olur. Erbâb-i  kulûb, meczûblardan ise, cezbe yardımı ile ilerlerler. Simâ' bunlara lâzım değildir. Şunu da söyliyelim ki, cezb edilmiyen Erbâb-ı kulûb için, simâ' her zemân fâideli olmaz. Bundan yardım görebilmek için şartlar vardır. Bu şartlar gözetilmezse zararlı olur.

Simâ'ın şartlarından biri, kendini yüksek bilmemekdir. Temâm olduğunu sanırsa ilerliyemez. Evet, simâ' bunu da biraz ilerletirse de sükûn buldukdan sonra, o makâmdan geri iner. Simâ'ın bundan başka şartları, tesavvuf büyüklerinin kitâblarında, (Avârif-ül-me'ârif)  ve benzerlerinde yazılıdır. Zemânımız tarîkatcilerinin çoğunda, bu şartlar yokdur. Şimdi yapılmakda olan simâ' ve raksların ve toplantıların zararlı olduğu açıkdır. Bunların ilerletmeleri nerede? Hiç ilerletmezler. Yardım etmekden çok uzakdırlar. Fâide yerine zarar verirler.

TENBÎH 1:  [(Simâ'),  ilâhî, mevlid ve kasîde ve Kur'ân-ı kerîmi tegannî ile okuyanları dinlemek demekdir. (Raks),  eli, ayakları tempo ile oynatmak ve dans demekdir.] Simâ' ve raks, müntehîlerden birkaçına da lâzımdır dedik. Çünki yükselecek çok mertebeleri bulunduğu için, yolda sayılırlar. Erişilebilecek mertebelere yükselmedikce müntehî olmaz, sona varmış sayılmazlar. Seyr-i ilallah sonuna vardıkları için, bunlara müntehî denilmişdir. Bu seyrin sonu, sâlikin mazhar olduğu isme kadardır. Fekat, bu seyrden sonra, bu ismde ve isme bağlı şeylerde de seyr vardır. Bu ismdeki ve kavuşanların bildikleri şeylerdeki seyrden sonra, ismin sâhibine varıp, burada Fenâ ve Bekâ hâsıl edince, tâm müntehî olur. Seyr-i ilallahın doğrusu da budur. İsme kadar olan seyre de, (Seyr-i ilallah)  denilmiş, o mertebede olan Fenâya ve Bekâya da, (Vilâyet)  adı verilmişdir. (Seyr-i fillah)  sonsuzdur denilmesi, Bekâdaki seyr içindir. Bütün konakları geçdikden sonradır. Bu seyrin sonsuz olması demek, o ismde seyr olunursa ve bu ismdeki şü'ûnların herbiri ile ayrı ayrı ahlâklanırsa, sonuna varılmaz demekdir. Çünki, her ismde sonsuz şü'ûnlar bulunmakdadır. Eğer yükselirken, onu bu ismden geçirirlerse, bir adımda geçebilir ve sonun sonuna varabilir. Eğer orada yok olursa, çok şerefli olur. Yok eğer insanları yetişdirmek için, geri indirirlerse, çok büyük üstünlük olur. Bu isme kavuşmanın kolay bir şey olacağını sanmamalıdır. Bu ni'mete kavuşabilmek için, cân fedâ etmek lâzımdır. Acabâ kimi bu büyük ni'mete kavuşdurmakla şereflendirirler?
Tenzîh ve takdîs sanılan mertebe çok olur ki, teşbîh ve tenkîsdir. Hattâ çok mertebeler vardır ki, tenzîh sanılırlar. Hâlbuki, rûh makâmından da aşağıdırlar. Arşın üstündeki tenzîh gibi görünen de, teşbîh dâiresinin içinde olabilir. Münezzeh olarak [ya'nî mahlûklarla ilgisi olmıyarak] görünen şey, rûh âleminden olabilir. Çünki Arş, maddeli, cihetli, ölçülü şeylerin sonudur. Rûh âlemi, cihetli, ölçülü âlemin dışındadır. Çünki rûh, [madde değildir] mekânsızdır. Bir yere sığmaz. Rûhun, Arşın dışında olduğunu söylemek, seni şaşırtmasın. Rûhu kendinden uzak sanma! Aranız çok açık zan etme! Öyle değildir. Rûh mekânsız olmakla berâber, onun için her yer birdir. Arşın dışında demekle, başka şey anlatılmakdadır. Oraya varamıyana anlatılamaz.

[Rûh, radyo dalgalarına benzetilebilir. Bu dalgalar madde değildir. Yer kaplamazlar. Böyle olmakla birlikde, her yerde vardırlar denir. Çünki, her yerde bulunan radyoda ses hâsıl ediyorlar].

Tesavvuf büyüklerinden birçoğu, rûh makâmına varınca, onu Arşın üstünde buluyorlar. Rûhun tenzîhini [ya'nî, maddelere benzememesini], Allahü teâlânın tenzîhi sanıyorlar. Rûh makâmının bilgilerini, ma'rifetlerini, ince, gizli şeyler zan ediyorlar. Allahü teâlânın Arş üstünde istivâsını anladık diyorlar. Hâlbuki onların gördükleri nûr, rûhun nûrudur. Bu fakîr "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz"de, bu makâm hâsıl olunca, şaşırıp kalmışdım. Bereket versin, Allahü teâlânın yardımı imdâdıma yetişerek, bu tehlükeden kurtarılmışdım. O nûrun, rûhun nûru olduğunu, Allahü teâlânın nûru olmadığını anlamışdım. Bize bu doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi biz onu bulamazdık. Rûh, mekânsız olduğu için, anlaşılamıyacak bir mahlûk olduğu için, insanı şaşırtmakdadır. Doğruyu açığa çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren ancak Odur.

Bunlardan birkaçı, Arşın üstündeki rûhun nûru ile nûrlanarak geri dönerler ve onunla Bekâ hâsıl ederler. Kendilerini, teşbîh ile tenzîhi birlikde taşıyor sanırlar. Bu nûru kendilerinden ayrı bulurlarsa, cem'den sonra fark, ya'nî birleşdikden sonra ayrılmak makâmına kavuşduklarını sanırlar. Tesavvufcuların böyle yanılmaları çok olmuşdur. İnsanı böyle yanılmakdan ve korkulu yerlerden koruyan ancak Allahü teâlâdır.

Rûh, bu madde âlemine göre, her ne kadar maddesiz ve anlaşılamıyacak ise de, hiç anlaşılamıyana göre anlaşılır olmakdadır. Sanki bu madde âlemi ile, hiç maddesiz olan mukaddes varlık arasında bir geçid gibidir. Bunun için, her ikisine de yakınlığı vardır. Her iki bakımdan da incelenebilir. Hiçbirşeye hiç benzemiyen varlık ise böyle değildir. Maddeli varlıkların, aklın, anlayışın, Ona hiçbir bağlılığı yokdur. Bundan dolayı sâlik, rûhun bütün makâmlarını geçmedikce, o isme varamaz. Görülüyor ki, önce göklerin her tabakasını ve Arşı geçmek lâzımdır. Madde âleminden büsbütün çıkmalıdır. Bundan sonra mekânsız, maddesiz olan (Âlem-i ervâh)  mertebeleri de aşılmalıdır. Bundan sonra bu isme varılabilir. Fârisî beyt tercemesi:

Efendi, yükseldim, kavuşdum sanıyor,
Kendini beğenmiş, yerinde sayıyor.

Allahü teâlâ, mahlûklara benzemekden çok uzakdır. O ötelerin ötesi, dahâ ötesidir. Bu (Âlem-i halk)  denilen madde, ölçü âleminin ötesi(Âlem-i emr) dir. Âlem-i emrin ötesi, ismlerin ve şü'ûnların zıllerinin ve asllarının topluca ve ayrı ayrı mertebeleridir. Bu zıl ve asl ve mahlûklar ve ilâhî ve toplu ve ayrı ayrı bütün mertebelerin ötesinde hakîkî matlûbu aramalıdır. Böyle aramak ni'metini acabâ kime ihsân ederler? Hangi tâli'liyi bu se'âdetle şereflendirirler? Bu Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Çok yüksekleri istemelidir. Yolda ele geçenlerle oyalanmamalıdır. Bunların ötesini aramalıdır. Arabî beyt tercemesi:

Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acabâ?
Yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada!

TENBÎH 2: Sonsuz kavuşmak ve devâmlı vakt, ancak mutlak Fenâdan sonra, Bekâ-billah ile şereflenen kimseye nasîb olur. Bunun (İlm-i husûlî) si, (İlm-i huzûrî) ye dönmüşdür. Bu sözümüzü dahâ açıklıyalım: Bir kimsenin, kendi dışında bulunan birşeyi bilmesi için, o şeyin görüntüsünün zihnde hâsıl olması lâzımdır. Görüntü hâsıl olmaksızın bilmeğe, (İlm-i huzûrî)  denir. İnsan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilir. Çünki kendisi, kendi zihninde vardır. (İlm-i husûlî) de, bilinen şeyin görüntüsü zihnde bulundukca, o şey bilinir. Zihndeki sûret yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı, ilm-i husûlî devâmlı olamaz. İlm-i huzûrî böyle değildir. Bilinen şey, hiç unutulmaz. İnsan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilmekdedir. Kendisi zihnde hep var olduğundan, insan kendini hiç unutmaz. Bekâ-billah, ilm-i huzûrî ile olur. Hiç unutulmaz. Bunu yanlış anlamamalıdır. Bekâ-billah, kendini Hak bulmakdır sanmamalıdır. Tesavvufculardan birkaçı burada yanıldı. (Hakk-ul-yakîn) in böyle olduğunu sandı. Öyle değildir. Tâm Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ-billahın böyle bilgileri yokdur. Onların söyledikleri hakk-ul-yakîn, cezbede hâsıl olan Bekâ-billah ile uygundur. Bizim bildirdiğimiz Bekâ ise başkadır. Fârisî mısra' tercemesi:

Bu şerâbı tatmadıkca, tadını anlıyamazsın!

Görülüyor ki, Bekâ-billah devâmlıdır. Burada unutmak hiç olmaz. Bekâ-billah hâsıl olmadıkca devâm olamaz. Çoklarına ve hele Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelen yolda olanlara, bu makâma yetişmeden önce, devâmlı görünür ise de doğrusu, bizim bildiğimizdir. İşin içyüzü, bize bildirilen gibidir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herkesin dönüşü Onadır. Geçmişde ve gelecekde her hamd, âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâ içindir. Onun Resûlüne devâmlı ve sonsuz düâlar ve selâmlar olsun!